Abstract:
Tarih boyunca, erkek ve kadının konumu arasında önemli bir fark vardır. Erkeklerin dış dünyayla uğraşması beklenirken, kadınlar ideal anne, ev hanımı gibi bazı sosyal rollerle meşgul olması beklenen kişiler olmaktadır. Özellikle, yazmak için entelektüel güce sahip olan kadınlar kendi yaratıcı akılları ile toplum tarafından kabul edilme mecburiyeti hissiyatı arasında ikilem yaşamaktadırlar. Edebiyat uğruna, bu kadınlar zihinsel rahatsızlık ve depresyondan mustarip olmaktadır. Sonunda da bu kadınlar arasında intihar eğilimi ortaya çıkmaktadır.
Bu tez çalışması kadınların ne kadar yaratıcı akıllara sahip olursa olsun toplumsal ve ailevi kısıtlamaların onların gelecek planları üzerindeki etkisini göstermeyi amaçlamaktadır. Bu çalışma bu konuyu Sylvia Plath’ın The Bell Jar ve Susan Sontag’ın Alice in Bed eserlerini inceleyerek ele alacaktır. Bu kaynaklar Feminizm ve Foucault’nun Panopticon kuramları çerçevesinde incelenirken bu çalışmanın ana kaynakları olacaklardır. Her iki eser de ataerkil toplumda kadının konumunu sorgulamaktadır. Romandaki ve oyundaki ana karakterler baskın güçler yüzünden hissettikleri baskıyı açıkça göstermektedirler. Bu karakterler, ataerkil sistemin oluşturduğu gücün örnekleridir ve bu sistem yüzünden kadınların başarı alanlarının kısıtlanmasını açıkça göstermektedirler. Kendilerini kaybolmuş hissederler ve depresyondan mustarip olurlar, böylece bu karakterlerin intihar etme eğilimleri vardır. Bu nedenle, bu tez toplumun kadınların arzuları ve kimlikleri üzerindeki baskısını yansıtacaktır ve kadınlarda sonrasında psikolojik problemlere sebep olan kadına karşı uygulanan çifte standarttı gösterecektir.